HUMAN: İNSANI ANLATAN BİR BAŞYAPIT
İnsan olmanın anlamı nedir ?
Cevap, soruyu değerli
kılandır. Bu sorunun cevabı o kadar büyük ki cevabın içinde kaybolmamak zor.
Çıkışı bulmak, tünelin sonunu görmek oldukça güç. Uzun yolculukları haritaya
dökmemek gerekir aslında. Uzun olmasının bir sebebi var çünkü. Ancak o yorucu
yoldan sonra gelir aradığımız bize. Tıpkı Yann ARTHUS-BERTRAND’ın belgeselinde
olduğu gibi. Bir bütünü bin parçada, bir sorunun cevabını bin yüzde aramak ne
güzeldir. İnsanların hikayelerini eşsiz müziklerle ve görüntülerle sunmuş
yönetmen belgeselinde. İşini tutkuyla yapan herkes gibi iz bırakmış geçtiği
yerlerden. Ben de bu hikayelerin bende bıraktığı izleri yazmak istedim. Yazabileceğim
kadarıyla.
Karlı bir manzarayla
başlar belgesel. Her şey beyazdır ve insanlar o beyazın üstünden yürürler. Doğaya
düşman gibi yok ederek değil içinden geçerek. Bozmadan, yakmadan yıkmadan
yürürler. Bir masal gibi başlarken
görüntüler, dinlemeye başladıklarımız gerçektir. İnsana dair olanlar
acımasızlığı bizi hayatın içine döndürür. Oradayızdır. İnsan olmanın kargaşasında.
Sevgiyi üvey babası
tarafından kablolarla, tahta parçalarıyla dövülerek büyütülen bir çocuk nasıl
tanımlar? Üstelik bunu onun iyiliği için ve onu sevdiği için yaptığını
söylüyorsa. Acı çektirmeyi, şiddetin her türlüsünü sevgi gibi bir duyguyla eşleştirdi ise zihni o çocuğun; ne
olmasını bekleriz? Zehirle ekilen tohumların hayat veren, can veren, yapraklarıyla
toprağa kök salmış bir ağaca dönüşmesini beklemek aptallık olur. Şiddetle beslenen can
alacaktır elbette. Öfkeyle yoğrulan öfke saçacaktır. Yine de sevgiyi
tanımlarken ağlayacaktır bir zamanlar katil olabilen. Bu da hayatın
mucizesidir. İnsan olmanın anlamı belki de onca sevgisizliğin sonunda sevginin
ne olduğunu tüm kalbiyle hisseden bir katilin gözyaşıdır.
On yaşında ki kızı okul
çıkışında öldürülen Filistinli bir baba bir soru sorar ve bilgece bir sonuç
çıkarır. “ Peki ben de başkalarını öldürsem ne olur? Yalnızca daha çok acı
yaratırım. Hem onun adına intikam almakta affetmekte benim hakkım değil. “
Kendi acılarımıza bu kadar uzaktan bakmayı beceremediğimiz içindir tüm bu
savaşlar. Ölümü ölümle, suçu suçla, günahı günahla temizlemeye çalıştığımız
içindir. Kızlarımızın yasını tutmayı yeni yaslar yaratmaya yeğlediğimiz
içindir. Acıyı ders almak için bir araç olarak algılayamadığımız, o yıkıcı
duygulara saplanıp kalmak için bir bahane olarak seçtiğimiz içindir tüm bu
acılar. İnsan olmanın anlamı belki de
acı büyüdükçe içimizde, bizi de içine aldıkça ele geçirdikçe tüm zihnimizi
oradan uzaklaşıp bakabilmektir bütüne. Can almakla geri gelmeyeceğini anlamaktır
yitirilen canın. Yok etmenin insana ait olmadığını anlayabilmektir belki insan
olmak. Kendi varoluşuna dair bir gerçeği görebilmektir.
Kollarını ve bacaklarını
kaybettikten sonra eşi tarafından da terk edilen biri size ne söyleyebilir?
Söylediği şey “aşk hala mümkün”. Önce herkes gibi küser hayata o da ne de olsa
eksilmiştir ve bu eksiklerle kabul etmek istemez onu bir zamanlar ki hayat
arkadaşı. Etki tepkiyi doğurur. Saklamaya başlar eksiklerini. O sakladıkça
eksikler büyür. Kimsenin tam olmadığını unutur.Kiminin eksikliği bedendedir-
yalnızca bedeninde. Sonunda olduğu gibi sunar kendini. Sonunda mı ? Sonunda o
cümleyi kurar. Kendini olduğu gibi sevebilen ve sunabilen her kalp ve ruh için aşk hala mümkündür. Bir başkası şöyle tanımlar
aşkı: “Aşk başlangıç ve sondur. Aşk geldiğimiz ve varacağımız yer ve ikisi
arasında yaşadıklarımızdır. Aşk her şeydir.” Benim en sevdiğim tanım ise yaşlı
bir adamın tanımıdır aşkı. Beraber bir ömür geçirdiği karısı hasta olduğunda,
yatalak olduğunda kendisi bakar ona. Herkes bir hemşire tutmasını söyler ama o
karşı çıkar. Aşk nedir ? “Onun hemşiresi, doktoru, arkadaşı ve kocasıydım. Aşk
budur.”İnsan olmanın anlamı belki de sahip olduğumuz tek hayatı başka biri için
feda edebilmeyi göze alacak kadar yüce bir duyguda saklıdır.
Yoksulluğun tanımını yapar bir yüz bizlere. “İhtiyacım olsa da yemek yiyememek, zorunda olsam da
okula gidememek, eşimin ve çocuklarımın acı çekmesidir.” Yağmura, suya aç bir
bölgede emeğiyle geçinirken çiftçiler o yıl büyük bir su krizi olur. Kuraklık
yüzünden çiftçilerin köylerini evlerini terk edip şehirlere göçerler. O
şehirlerde lüks rezidansların yapılması için çalışırlar. Ve 32 katlı binada her
kattaki evin havuzu vardır. Yoksulluk nedir bu hikayede? Tükettiğimiz
başkasının emeği değil artık eti kemiği belli ki.Açlıktan ölmekten korktuğunu
söyleyen insan yüzleri geçerken ekrandan: Bir kadının çaresizliğini duyarız
dünya liderlerine seslenirken. Kurdukları sistemin onları ne hale getirdiğini
söyler. Açlıktan ölmek üzere olduklarını söyler. İnsan olmanın anlamı belki de
kendi bencilliğimizin farkına vardığımızda ortaya çıkar. İnsan olmanın anlamı
belki de şeytanları taşlamaya kendi içimizde başlamaktır: birileri açlıktan
ölmekten korktukça lüks daha lüks diye bağıran o sesi susturmayı denemekte.
Belgesel boyunca insan
toplulukların görüntülerini sunar yönetmen. Denizde, çölde, tribünde, dağdadır
bu insanlar. Çalışır, üretir, eğlenirler. Garip bir coşku akar ekrandan bize
izlerken. Yüzleri görünmez net bir şekilde, röportaj yapılanların aksine. Tek
bir beden gibidirler. Uyum ve ahenk içinde. İnsan olmanın anlamı belki de ve en
çok tüm tanımları eritip bir demir tasta yeni bir oluşum yaratmaktır. Bu anlam sevginin
gerçekliğini hissetmek, affetmenin gücüyle beslenmek, aşkla yücelmek, düzenin
içindeki adaletsizliği yok etmektir. Benim
insanı anlatan bu güzel belgeselde gördüğüm ve hissettiklerim bunlardı.
Mutlaka izlenmesi gerektiğini buraya bir yere not düşelim.
Yorumlar
Yorum Gönder